Etiketler

31 Mayıs 2020 Pazar

Bilim Sanatla Buluşuyor 2: Atlas'la Birlikte Kalp Şeklinde Boraks Kristali Yapma

        Bizim çocukların ikisi de evde bilim projesi yapmayı hep çok sevdiler. Bugün internetten bu tür aktiviteler bulmak çok kolay, yapmak da hem eğlenceli hem öğretici. Daha önce yaptıklarımızın bir kısmıyla ilgili yıllar içinde biz de çeşitli youtube videoları yapmıştık.

        Şeker bayramındaki 4 günlük sokağa çıkma yasağında Atlas'a boraks kristali yapmak isteyip istemediğini sordum, istediğini söyleyince nasıl yapıldığını görsün diye Ateş'le 3 yıl önce yaptığımız boraks kristali videosunu seyrettik. Seyredince de Atlas'la da bir video yapalım diye kararlaştırdık.

        Önce yaptığımız videoyu seyredin daha sonra da hikayesini anlatayım: 

   
        Ne şekil yapmak istediğini sorduğumda Atlas çok kararlı bir şekilde pembe bir kalp yapmak istediğini söyledi. Şönilden kalbimizi yaptık, kristalimiz yaptık, 1 gün sonra kristali toplama zamanı geldiğinde de pembe kalpten boraks kristalini Melisa'ya hediye olarak yaptığını söyledi. Annesine olan sevgisi, pembe bir kalp yapmaktaki kararlılığı ve kristal oluşana kadar pembe kalpten boraks kristalini annesine hediye olarak yaptığını söylememesi çok tatlıydı.

        Bu da 3 yıl önce Ateş'le yaptığımız boraks kristali videosu:

 


        Daha önce yaptığımız tüm videolara youtube kanalımdan ulaşabilirsiniz. Youtube Kanalım: Babaaalık

15 Mayıs 2020 Cuma

Neşeliler Kulübü



Şimdi size anlatacağım hikayeyi okurken belki bana güleceksiniz, ama emin olun ki o gün benim yerimde olsanız muhtemelen siz de benle aynı şeyleri yapardınız. Neyse çok uzatmadan konuya gireyim. Yer İngiltere’nin Manchester şehri, sene ise 1972. Ben Kayseri’de doğmuş, Kayseri’de büyümüş, ilkokulu, ortaokulu, liseyi Kayseri’de okumuş bir genç olarak ya üniversiteye devam edecektim ya da sınıf arkadaşlarımın bir çoğu gibi ticarete atılacaktım. Belki duymuşsunuzdur o yıllarda Kayserililer eğer çocuklarının yeteri kadar kurnaz olduğunu düşünürlerse “bu çocuktan iyi tüccar olur” der çocuklarını üniversiteye yollamazlardı, eğer çocuklarının ticarette başarılı olamayacak kadar saf olduğunu düşünürlerse “bu çocuktan tüccar müccar olmaz bari okusun da bir işe girsin” der okutmaya devam ederlerdi. Benim babam ise ileri görüşlü olduğu için diğer babalardan farklı olarak hepimizin en azından üniversite mezunu olmasını istiyordu. Böylece ben de ablam ve ağabeyim gibi üniversiteye devam edecektim. 1972 yılında daha Kayseri’de üniversite olmadığı için okumaya devam etmek için ya İstanbul'a ya Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Yine babamın ileri görüşlülüğü sayesinde ben üniversiteyi yurt dışında, Manchester’da okudum.
Ben o zamana kadar İstanbul’a bile 1-2 kere gitmişim, yurt dışı nedir pek bilmiyorum. Zaten şimdiki gibi hele bir de Kayseri’den yurt dışına gitmek o kadar kolay değil. Kayseri’den trene bin, trenle Ankara’ya git, Ankara’dan uçağa bin İstanbul’a git, İstanbul’dan Londra’ya uç, Londra’dan trene bin, Manchester’a git derken gitmek bile 2 gün sürüyordu. Bir ünlünün “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” demesi gibi “o yıllarda yurt dışına tatile gitmek kolaydı da biz mi gitmedik” desem durumu az çok anlarsınız. Uzun lafın kısası ben 1970’ler Kayseri’sinden doğru düzgün İstanbul bile görmemiş halimle bir anda Manchester’da buldum kendimi. Manchester dediysem sanmayın ki Manchesterlılar da yabancılara çok alışık. Onların da bir çoğu Londra’yı bile görmemiş insanlar. Yaşadığım kültür şokunu siz gençler pek anlamayacaksınız ama ben yine de dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Trendi, uçaktı, tekrar trendi derken yorucu bir yolculuk sonunda kendimi Manchester’da buldum, okula gittim ilk iş yurtta odama yerleştim. Gittim ki Reza diye Endonezyalı bir oda arkadaşım var. Reza hafif esmer, hafif çekik gözlü, belli iyi bir ailede yetişmiş. İkimiz de anamızdan babamızdan uzaktayız. Telefon desen eve telefon etmek imkansız, ailemize ancak mektup yazabiliyoruz. Benzer durumda olduğumuz için oda arkadaşım Reza’yla çok sevdik birbirimizi ve hem hep birlikteyiz hem de birbirimize sürekli destek oluyoruz. Ben İngiltere’ye İngilizce bildiğimi sanarak gittim ama söylenenlerin neredeyse hiç birini anlamıyorum. Meğer İngilizce’nin de şiveleri varmış ama ben daha bilmiyorum, denilenleri pek anlamıyorum. Anlamadığım gibi bir de yepyeni bir ortama ayak uydurmaya çalışıyorum.
Dedim ya sene 1972, hippi akımı tüm dünyayı etkisi altına almış. Kayseri’nin muhafazakar hayatından sonra hiç alışık olmadığım bir özgürlük havası hakim okula. E üniversite olunca daha da özgür bir ortam var. Güzel kızlarla nasıl tanışırız diye düşünüyoruz bir yandan ama söylediklerini bile zor anlıyorum kızların. Gittiğimin ya ikinci ya üçüncü günü rehberlik öğretmenim Mr. Green’le bir görüşmem vardı. Ben rehberlik öğretmeni ne demek onu bile bilmiyorum. Nereden bileyim ki zaten. Benim alışık olduğum okulda öğretmenlerden başka sadece işleri “höt” demek dışında bir şey olmayan müdürler, müdür muavinleri olduğu için rehberlik öğretmeni olgusu bana tamamen uzak. Mr. Green çok iyi bir insan, alışıp alışamadığımı da soruyor, ailemi özleyip özlemediğimi de, hangi dersleri alacağımı da onunla konuşuyorum. Her şeyi yoluna soktuktan sonra bana bir de kulüp seçmem gerektiğini söyledi. Tabii o zaman Kayseri’deki okullarımda kulüp diye bir şey hiç duymamışım. Dedim “ben hem Fenerbahçe’yi hem Kayserispor’u tutuyorum ama illa seçmem gerekse burada da Manchester City’yi tutabilirim”. “Yok” dedi “öyle değil”. Nasıl peki” dedim. “Spor yapabilirsin, dans kulübü olabilir, gitar olur, tiyatro olur”, bir şeyler söylüyor ama söyledikleri hiç ilgimi çekmiyor. Her söylediğine olmaz dedim diye elime bir 2-3 sayfalık bir liste tutuşturdu, git yurtta kulüplerin listesine bak, istediğin birini seç dedi. Listedekilerin bir çoğu bildiğim kelimeler, bilmediklerime ise sözlükten bakıyorum. Art History (Sanat Tarihi), Badminton, Basketball, Birdwatching (Kuş Gözlemi), Drama (Tiyatro) derken, G harfinde Gay Club’ı gördüm. Sözlükten baktım “Gay: Neşeli” yazıyor. Ben öyle hareket seven, sanattan anlayan biri değilim, neşeli kulübünü görünce rahatladım. “Herhalde” dedim “bunlar birbirlerine fıkra anlatıyorlar, espriler yapıyorlar”. Reza da futbol kulübüne girmeye niyetlendi ama İngiltere futbolun beşiği, “sen bunlarla oynayamazsın” dedim, o da hak verdi. E Reza da komik çocuk. Ben ona Türk fıkralarını anlatıyorum, o bana Endonezya fıkralarını anlatıyor. Biz birlikte gay club’a yazılmaya karar verdik. Eğleniriz diye düşündük.
Ertesi gün Mr. Green’e gittim, ben kulübümü seçtim: “gay club” dedim. “Gay misin?” diye sorunca, “evet” dedim. “E tamam olabilir, çok yeni kurulan bir kulüp” dedi. Zaten İngilizler soğuk insanlar diye duymuştum. Kaç yıllık üniversitede fıkra kulübü yeni kurulmuş diye yadırgadım. İçimden dedim “anlatacağım fıkralarla bunları kırmaktan geçiririm”. Reza’yla Mr. Green’in ofisinden çıktık doğru Sidney Street’teki gay clubda soluğu aldık.
Adrese bakıyoruz, bulamıyoruz, kapıda küçük bir yazı ve bir tane gökkuşağı bayrağı, ne anlama geldiği hakkında en ufak fikrim yok. Reza’yla girdik binaya merdivenlerden indik bizi Mark diye bizim yaşlarda bir çocuk karşıladı. “Biz” dedik “kayıt yaptırmak istiyoruz”. İlk bana sormaya başladı bilgilerimi. “Adın: Salih”, “soyadın: Sahafoğlu”, “nerelisin: Türk’üm”. Mark “ilk Türk üyemiz oldun” dedi. Ben bu laftan hafif alındım. İçimden “Kim bilir biz Türk’ler hakkında nasıl önyargıları var. Bizi barbar sanıyorlar.” diye düşündüm. “Soğuk İngilizlere bak”. “Benim babam gay, annem gay, ablam gay, ağabeyim gay, bildiğim Tüm Türkler gay” dedim. Mark hafif şaşırdı ama bir bana bakıyor, bir Reza’ya bakıyor. Kaydımızı yaptıktan sonra bir şey sordu, tam da anlamadım, sonra bana ve Reza’ya şöyle bir bakıp iki tane tişörtle geldi. Hafif kiloluyumdur, XXL boy tişörtü elime tutuşturdu. Açtım baktım tişörtü, bir gökkuşağı bayrağı üzerinde “Gay and Proud to be” yazıyor. Yani “gay ve bundan gururlu”. İçimden yine “soğuk İngilizler” diye geçirdim. Neşeli olmaktan bile utanıyorlar ki “neşeliyim ve gururluyum” diye tişört yapmışlar. Tişörtler de hoşumuza gitti, oracıkta giydim hemen tişörtü. Mark bizi kulüp üyeleriyle tanıştırıyor. Baktım hepsi erkek. İngiliz kızları soğuktur demişlerdi zaten ama “şansıma küseyim” diyorum “yine tanışamadık hiçbir kızla”. Zaten denileni anlamakta zorluk çekiyorum. Anlamıyor gibi yapmak da istemiyorum, çoğunlukla kafa sallıyorum denilenlere. Neyse tanışma faslı bitince kulüpten çıktık. Yurda doğru yürümeye başladık. Şimdi söyleyeceklerimi sıkı dinleyin. O yıllarda Kayseri’de birbiriyle arkadaş olan erkekler de kızlar da elele tutuşup yürürdü ve bunun cinsel eğilimle bir alakası yoktu. Endonezya’da da bizden farklı değilmiş. Biz Reza’yla en yakın arkadaşız, birbirimize destek oluyoruz, elele tutuşup yürüyoruz. Meğer İngiltere’de iki erkeğin elele tutuşması için gay olması gerekiyormuş. Ama dedim ya ben “gay” kelimesinin anlamını bile bilmiyorum, sözlükten bakmışım neşeli demek sanıyorum. Anlamını bilsem zaten ne işimiz var üye olalım gay kulübüne. Kayseri’de biz “o biçim” derdik gay olanlara. Yanlış anlamayın kötü niyetten değil, o günlerde öyle konuşulurdu işte.
Gay club’dan çıktık. İkimizin de üstünde gökkuşaklı, “gay and proud to be” yazan tişörtle elele yürüyoruz. Önce bir ıslık duydum, sonra laf attılar. Sebebini anlamadık ya meğer gayler haklarını yeni yeni elde etmeye çalıştıkları için onlara tepki gösterenler de çokmuş. E biz de gayliğiyle gurur duyan tişörtü giyip de elele gezen iki erkek olduğumuz için muhafazakarların hedefiymişiz. Bizim okuldaki gay club da koskoca İngiltere’de ilklerden biriymiş meğer.

İlk kulüp toplantısına gittik. Ben İngiliz fıkralarını duyacağım, cimri Kayserili fıkrası anlatacağım diye düşünürken “gay hakları” konuşuyoruz. “Neşeli olma hakkı da ne demek? Ne garip insanlar bu İngilizler?” diye düşünüp bir anlam veremiyorum. Neşeli olmaktan gururlular, neşeli hakları, hararetli tartışmalar içimden diyorum “tövbe estağfurullah”. Eğlenceli zaman geçireceğiz derken hararetli tartışmalar içinde bulduk kendimizi. Bizim bu tartışmalardan sıkıldığımızı da anladılar sanırım sonra dediler ki “haftaya çarşamba akşamı partimiz var”. “Neyse” dedim içimden partide güler eğleniriz hiç olmazsa.
Partiye gidince durumu anladık ikimiz de. Herkes erkek, öpüşenler, sarılanlar. Durumu çakozladık ya ayıp olmasın diye nasıl kaçacağız onu bilmiyoruz. Reza “kaçalım” dedi de ben “açık açık söyleyelim ayıp olur” dedim, çünkü tanıştık, arkadaş olduk, iyi insanlar hepsi. Belki toplantılarda haklarını aradıkları için neşeliden çok sinirlilerdi ama onlara hak vermedim desem yalan olur. O gün partiden apar topar kaçtık, sonra da utana sıkıla yanlış anladığımızı ve ayrılmak istediğimizi söyledik kulüpten.  Neyse ki derdimizi anlatınca anlayışla karşıladılar da kulüpten affımızı istedik. Bizi hem sevdiklerini hem beğendiklerini söylediler ama gay değiliz sonuçta. Neyse kulüpten kimseyi kırmadan ayrılmış olduk.
O gün yurda gittiğimizde, Reza haklı olarak bana kızdı, ben de pek sesimi çıkaramadım. Hem canım sıkıldı hem Reza’nın canını sıktım. Neyse ertesi gün tekrar kulüp listesine baktım, acısını çıkarmak istiyorum hatamın. Bu sefer W harfine kadar geldim, içime sinen bir kulüp bulamadım. Geldim ki “tam aradığımız kulübü buldum” dedim Reza’ya. Reza “yok Salih” dedi, “ben futbol kulübüne yazılacağım”. “Bak” dedim “Reza sonra pişman olma”. “Womens’ Lib” diye bir kulüp buldum. “lib ne demek” dedi, “dudak” dedim. “Kadın dudağı kulübü”. Bu sefer baştan anlatayım da şaşırmayın. Dudak “lip”’miş yani p harfiyle yazılıyor. Lib ise liberation yani özgürlüğün kısaltmasıymış. Meğer Women’s Lib kulübü kadın haklarıyla ilgili bir kulüpmüş. Dedim ya 1970’ler Hippiliğin altın çağı, özgürlüğün altın çağı. Kadın dudağı kulübünde kim bilir ne kızlarla tanışırız büyük dudaklı, rujlu dudaklı derken Women’s lib kulübüne yazıldık. Reza’yı da ikna etmek çok zor olmadı kadın dudağını duyunca. Söylüyorum ya o zaman internet yok ki araştıralım nedir bu Womens’ Lib?
İlk toplantıya gittik, bu sefer bambaşka bir ortam. Bu sefer de erkek yok kulüpte, hepsi kadın ama bizim kulübe girmemizle birlikte ortalık birbirine girdi. Herkes bizi ayakta alkışlıyor. “İlk erkek üyelerimizsiniz” diyerek birer plaket verdiler, birer de kravat hediye ettiler. Kravatların üzerinde küçük domuz figürleri var. MCP yazıyor. Meğer “Male Chauvinist Pig” demekmiş. Yani “Şovenist Domuz Erkek”.  Gaylerin hakları için savaşan dernekten kurtulduk derken bu sefer kadınların hakları için savaşan dernekte bulduk kendimizi.

Hadi gay kulübünden gay değiliz diye çıktık, anlayışla karşıladılar. Womens’ libden nasıl çıkacağız diye kara kara düşünüyoruz. “Biz aslında birer şovenist domuz erkeğiz, kadın haklarına inanmıyoruz” diyecek değiliz ya. Bir de ilk erkek üyeler olarak o kadar el üstünde tutuluyoruz ki bir toplantıya gelmesek hemen diyorlar “neden gelmediniz, çok üzüldük”. Kaçmak da zor, neyse 1-2 toplantı aksatınca unuttular bizi zaman içinde. Davaları için savaşırlarken arada unutulduk gitti.
Sonra bir gün Reza beni yine elimde kulüp listesine bakarken görünce listeyi elimden aldığı gibi parçalara ayırdı. “Ne zorun var Salih” dedi, “otur oturduğun yerde”.
SON

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Bilinen İlk Troll




Sene 1995, ben Lise 1’e gidiyorum. Ağabeyim Emin de Amerika’da Cornell Üniversitesi’ne gidiyor. O yıllarda Amerika’yla haberleşmek çok zor. Telefon desen bir dakikası bile çok pahalı ama pahalılık bir yana zaten saat farkından dolayı Emin’e telefonla ulaşmak neredeyse imkansız. Mektup yazsan en az 2 haftada gidiyor, o yıllarda PTT’nin APS (Acele Posta Servisi) diye bir servisi var, o bile 1 haftadan aşağı gitmiyor üstüne üstlük APS için postaneye kadar gitmek gerekiyor. DHL o yıllarda yeni Türkiye’ye gelmiş (o zaman dehale deniyor) ama mektubu bile 50 dolara götürüyor Amerika’ya.
Emin bana bir gün internet diye bir şeyden bahsediyor, e-mail dışındakileri anlamakta zorlansam da e-mail Emin’le haberleşmek için çok önemli. Ben de harıl harıl internete nasıl bağlanırım da Emin’le e-mailleşirim diye düşünüyor ve uğraşıyorum. Tabii internet olmadığı için internete nasıl bağlanılır araştırmak da bir o kadar zor. O zaman evde işletimcisi 486 olan bir masaüstü bilgisayarım var, işletim sistemim ise DOS, yani bilgisayarı açtığınızda siyah bir ekran çıkıyor ve bir takım komutları yazarak istediğiniz uygulamayı açıyorsunuz. Windows 95 ise daha çıkmamış ama her yerde reklamları var. Internet denilen ne olduğu belli olmayan şeye bağlanmak için telefona bağlanan modem denilen bir cihaz alıyorum, tabii modemi almak tek başına yetmiyor. Bilgisayar dergileri, bilgisayarcılar falan derken sonunda DorukBBS adında internet servis sağlayıcısı olduğunu iddia eden bir kuruluş buluyorum. Aylar süren çabalarım sonunda bilgisayar, modem, DorukBBS falan derken telefon hattından cızzzt cuzzzt sesleriyle uzun uzun denemeler ve kopmalar sonunda DorukBBS’ye bağlanmayı beceriyorum. Ben internet nedir bilmediğim için sadece e-mail ve ne olduğunu pek anlamadığım ftp haricinde hiçbir servisi olmayan DorukBBS bana inanılmaz geliyor tabii ki. Emin’in e-mail adresini yazıyorum: eso1@cornell.edu, altına mesajımı yazıyorum ve gönderiyorum.  Bir adresin bu kadar kısa olmasını, şehir, ülke vesaire yazmaya gerek olmamasını ve yazdığımın Emin’e dakikalar içinde ulaşma ihtimalini hiç anlamadıysam da e-mailimin Emin’e ulaştığını bir gün sonra sabah bağlandığımda Emin’den gelen cevapla anlıyorum. Emin’in yazdığı e-maili basıp gururla anneme götürüyorum ve sonra anneme e-mail yazmayı öğretiyorum. Öğretiyorum dediysem bunun da çok kolay olduğunu sanmayın. O ana kadar annemin algısında “çocukların gözünü bozma potansiyeli olan ve başından kalkmadıkları bir oyuncak” olan bilgisayar bir anda “Amerika’daki oğluyla hızlı haberleşeceği bir araca” dönüşüyor. Annem eline defterini ve kalemini alıp yanıma geliyor ve bilgisayarı açmaktan başlayarak tüm komutları tek tek not alıyor ve kendi kuşağından çok önce internetle tanışıyor.
Asıl anlatacağım hikayeyse aslında bambaşka. Benim internet servis sağlayıcısı sandığım DorukBBS aslında sadece bir e-mail servis sağlayıcısı ve kendine ait e-mail forumları var. Bugünkü whatsapp gruplarının, internet forumlarının, email listelerinin hepsinin en ilkel hali diyebileceğimiz forumlar aynı zamanda Türkiye’nin ilk internet forumları:  geyik-f, spor-f, politika-f, sanat-f gibi isimlerinden de anlaşılacağı gibi her konuda değişik tartışma ve sohbet forumları var. Çoğu üniversite öğrencisi olan gençlerin muhabbet ettiği forumlar her girmek isteyene açık. Ben de bir süreliğine geyik-f spor-f falan takılıp eğleniyorum.
Aynı zamanlarda hepimizin çok sevdiği ve yeniliklere çok meraklı başka bir arkadaşımız da internet falan duymuş, evine internet bağlatmaya çalışıyor. Ailesi varlıklı olduğu için de internete bağlanmak için gerekli olabilecek her şeyin en iyisini almış fakat bir internet servis sağlayıcısı bulamadığı için internete bağlanamıyor. O yıllarda İstanbul Barbaros Caddesinde internet cafe olduğunu iddia eden bir yer var. Oraya gidip de boş bilgisayar bulmak için yarım saat bekleseniz bile bu sefer de bağlantı çok yavaş olduğu için o zamanlardaki tek internet tarayıcısı Netscape’te herhangi bir sayfa açılmadan yarım saat bekledikten sonra pes edip evinize geri dönüyorsunuz. Her neyse bu arkadaşımız benim tavsiyem üzerine DorukBBS’ye üye oluyor ve sonra da bu forumların bazılarına katılıyor. Forumların Türkiye’deki ilk forumlar olduğunu ve çoğunlukla üniversite öğrencilerinden oluştuğunu da düşünürseniz muhabbet çok eğlenceli olmasa da terbiye seviyesi çok yüksek. Herkes birbirini bilgisayar başından da olsa tanıyor, en ağır kavgalarda ile hiç küfür olmuyor. Spor-f’te Galatasaraylılar Fenerbahçeliler Beşiktaşlılar birbirini hafifçe kızdırmanın ötesine geçmiyor. Aynı zamanda her hafta sportoto yarışması yapılıyor. Sportotoyu belli bir yaşın altındakiler bilmeyebilir. Sportoto da maçlara bahis yapmanın yasal olmadığı yıllarda Milli Piyango İdaresi’nin çıkardığı 16 maçın sonucunun 1, 0, 2 diye yani maçı kimin kazanacağını bilmeye çalıştığınız bir oyun. Spor-f’te de tamamen zevk amaçlı olan sportoto oyununda kurallar gereği herkesin her hafta bir tahmin yapma hakkı var ama sistem birden fazla tahmin yapmaya açık çünkü delmeye çalışan yok. Bizim arkadaşımız ilk başladığı hafta 10 tahmin birden yapıyor. Sonuçlar açıklandığında o hafta tahmin yapan 10-15 kişiyle birlikte arkadaşımızın 10 tahminiyle birlikte 20-25 tahmin var. Tabi herkes bu arkadaşımıza kızıyor. Arkadaşımız da pişkin pişkin ben 10 kolon oynamıştım diye yazıyor. Bir yandan da bana telefonda gülerek aynı hafta hem birinci hem sonuncu olmayı hedeflediğini söylüyor fakat işin komik yanı ne birinci ne de sonuncu olabilmiş. 10 tahminden 9 tanesini birinci olmak için 1 tanesini de sonuncu olmak için yapmış ama ikisini de becerememiş ve orta sıralarda 10 defa ismi geçiyor. Aynı arkadaşımız bunun üzerine spor-f’ten çıkıyor bu sefer de sohbetin çok düzeyli olduğu geyik-f’te adamın biriyle küfürleşip muhabbeti sıkıysa bilmem nerde buluşalıma getiriyor. Özelden yaptığı yazışmayı ne kadar eğlendiğini anlatmak için bana gönderiyor, ben de yazışma grupta yapıldı sanıp yanlışlıkla gruba cevap yollayınca ortalık karışıyor. Kurulduğundan beri dostluk çerçevesinde yürüyen forumdaki küfürleşme ve dövüşme davetleri sonucunda sevgili arkadaşımız ve kavga ettiği kişi forumdan atılıyorlar ve muhtemelen Türkiye’de bir internet forumundan atılan ilk kişiler olarak tarihe geçiyorlar.
Bütün bunları anlatmamın asıl sebebiyse troll dendiği zaman tek anladığımızın mağarada yaşayan canavarlar olduğu, bugünkü internet trollerinin çoğunun anasının karnında bile olmadığı yıllarda trollüğün öncüsü diğer bir deyişle bilinen ilk trollün hepimizin bir arkadaşı olmasıdır.
SON


5 Mayıs 2020 Salı

La Prezidenta

1.

Size biraz Türk sanat müziği koromuzun başkanından bahsetmek istiyorum. Türk sanat müziği korosunun başkanı mı olur diyorsanız La Prezidenta’yı tanımadığınız içindir. La Prezidenta, Allah onu başımızdan eksik etmesin (A.O.B.E.E) üniversite yıllarında anarşist fikir kulübüne bile 3 günlüğüne de olsa başkanlık yapmış bir şahsiyettir. Hükümet gibi kadın diye bir laf mutlaka duymuşsunuzdur, diğerleri hükümetse La Prezidenta parlamentodur, öyle düşünün. Vefa bilmez anarşistler neden sonradan La Prezidenta’ya karşı ayaklanma başlatmışlar bilmiyorum ama zaten anarşiste güven olmaz. Kim bilir neler yapmışlardır La Prezidenta’ya(A.O.B.E.E)? 

Ben koroya girdiğimden beri La Prezidenta’nın haksız olduğu bir durumla karşılaşmadım. Bir kere koroyu bugünkü haline getiren kesinlikle ve kesinlikle La Prezidentadır, bunu kabul etmemek düpedüz nankörlüktür. La Prezidenta’dan önce koromuz toplanır, öylesine hepimizin bildiği şarkıları söyler, sadece eğlenirdi, ama bir disiplinimiz yoktu. İsteyen istediği zaman gelir istemediği zaman gelmezdi, sırf popüler şarkıları söylerdik. La Prezidenta gelince her şey değişti, artık disiplinli bir şekilde toplanıyoruz, arada gezilere gidiyoruz, konserler veriyoruz, ama bazı hainler La Prezidenta’ya karşı çıkıp rakip koroyu kurdular, o nankörlerin isimlerini ağzıma bile almak istemiyorum. Bazen duyuyorum saçma sapan şarkılar söyleyip güya eğleniyorlarmış. Oysa La Prezidenta sayesinde Dede Efendileri, Rum bestecileri öğrendik, tangolar, şansonlar derken hem öğrendik hem söyledik. Yani aslını söylemek gerekirse bazen sıkıldığım da oldu ama sonuçta La Prezidenta koromuz için çok şey yaptı. O nankörler gibi vefasızlık yapacak değilim. Rakip koroda zaten bildiğimiz şarkıları disiplinsiz bir şekilde söyleseler ne yazar. Yaşasın La Prezidenta!!!

Bakın size bu muhterem hanımefendinin ne kadar köklü bir aileden geldiğini anlatarak başlayayım. Benim için onula aynı koroda olmak bile çok büyük bir ayrıcalık. La Prezidenta İstanbul’a taşınana kadar 17 kuşak boyunca Kayseri’nin Kaleiçi’nde yaşamış. Kaleiçi, Kayseri’nin tüm soylularının yaşadığı yere deniyormuş, La Prezidenta bir kere anlatmıştı. Soyu prenslere, prenseslere dayanır La Prezidenta’nın. Baba tarafından ailesi Osmanlı zamanında tımar sahibiymiş, ailesinde hem Rum prensler, hem Ermeni prensler, hem de Sabataycı prensler varmış. Anne tarafı ise yine kuşaklardır Kayseri’nin Kaleiçi’ndenmiş ama bir yandan da bir Litvanya kraliçesinin soyundan geliyormuş. Hatta kraliçe Elizabeth’le ve Yunanistan kralıyla bile akrabalıkları olduğunu anlatmıştı bir kere. Tabii çok alçakgönüllü olduğu için bunları aslında gizli tutar, siz siz olun sorup utandırmayın La Prezidenta’yı. Bir de Fuat Güner Özkan’ın şarkısı “peki peki anladık” La Prezidenta için yazılmış. Bir kere Fuat Alanson televizyonda anlatırken dinlemiştim. La Prezidenta zamanında Fuat Güner Özkan üçlüsünün de ilk grubunun kurucusuymuş aynı zamanda. 
Çok çok iyi bir eğitim almış olan La Prezidenta, bir İngiliz gibi İngilizce, bir Fransız gibi Fransızca konuşur, Farsça bilir, Kuran okumayı bilir, eski yazıyı okur, ayrıca Kaysericeyi çok iyi bilir, Azerice, Kazakça, Türkmence, Özbekçe, Gagavuzca ve Kırımtatarcayı da çat pat konuşur, Sanskritçe ve Latince bildiğini de söyleyenler var ama onlardan o kadar da emin değilim. 

Bugün beni telefonla aradı, hemen atladım yanına gittim. Yine düşman korodaki nankörler canını sıkmıştı. Telefonda hararetli bir şekilde anlattı. Bizle aynı yerde konser vermeye karar vermişler. O sinirli halini duyunca hemen yatıştırmaya evine gittim. Olağan Şüpheliler filmini seyrettiniz mi bilmem. Onda filmde bir laf vardı belki hatırlarsınız: “La Prezidentanin Tanrı inancı çok kuvvetli değildir ama Tanrıdan korkar. Bense Allah’a inanırım ama korktuğum tek kişi: La Prezidenta”. 

Gittim de ne göreyim, bir eliyle yemek yapıyor, bir eliyle dikiş dikiyor, bir yandan torunlar orda ortalığı toz duman etmiş, onlara bir şeyler söylüyor, bir yandan beste yapıyor bir eliyle bendir çalıyor, telefonda da baktım Nilay’a bağıra bağıra nankör korodakilerin yaptıklarını anlatıyordu. “La Prezidenta” dedim “ben geldim”, beni ne gördü ne de duydu. Baktım, bahçede inşaat işi yapan ustalara talimatlar verdi, daha sonra evde çalışan hanıma hem talimat verdi hem çemkirdi. Beni hala görmüyor. Kendine gelmesini bekledim, o sırada telefonu bırakıp komşusuna bir şeyler anlatmaya başladı, yanına gittim, “La Prezidenta” dedim, o anda beni gördü, “sen mi geldin mantı koyayım yer misin?” dedi. Öyle biridir La Prezidenta, çok cömerttir. Mantıyı koydu tabağıma, o anda tekrar telefonu çaldı. Yüksek sesle telefonla konuşmaya başladı tekrar. Baktım başı çok kalabalık, mantımı yedim, rahatsız etmeyeyim diye evime geri dönecektim, bir kahve koydu önüme. Herkesin nasıl kahve içtiğini ezbere bilir, sormadan ikram eder. Geldi oturdu, “ya demek” dedim “bizle aynı yerlerde konser düzenleyeceklermiş”. “Bu nasıl terbiyesizlik, ne biçim bir nankörlük”, dedim, “evet” dedi, “hem de bizden tam bir hafta önce”. “Yarın tüm koroyu davet ettim, hem meşk ederiz hem ne önlem alacağımıza karar veririz” dedi.
Dedim “La Prezidenta, ne yapacağız ki salonun parasını vermişler, konser düzenleyecekler”. “Hayır” dedi “yapamazlar, yaptırmam, ne hakla dedi bizden önceki hafta bizle aynı yerde konser düzenliyorlar, orayı ben buldum, hem koskoca İstanbul’da başka konser salonu mu yokmuş” dedi. Tam o anda içeriden önce “taaak” diye bir ses geldi. Hemen arkasından bir çocuk ağlaması ve bağırışma. Koşar adım çocukların oynadığı odaya gitti. Baktım saat geç olmuş. “La Prezidenta ben en iyisi ufaktan kaçayım, sen de torunlara bakarsın” dedim. Beni duydu mu bilmiyorum ama “yarın görüşürüz” dedim tam çıkacakken, “Whatsapp’tan yazdım ama gören olur görmeyen olur, herkesi tek tek ara da gelsinler. Yarın konuşuruz.” dedi ve torunların yanına gitti.  
 Sonra baktım La Prezidenta Whatsapp’tan yazmış. “Herkesi 2den sonra bekliyorum” demiş.   

2.Ertesi gün 

Sabahtan gittim meşk için harıl harıl bir çalışma var evde. 7 çeşit mantı hazırlamış La Prezidenta. “Tüm ekip geliyor koromuzun Suat analizini yapacağız. Söyle herkese “güçlü yönlerimiz, zayıf yönlerimiz, fırsatlar, tehditler herkes biraz düşünsün” dedi. “La Prezidenta Suat analizi nerden çıktı? Meşk yapmayacak mıydık” dedim. “Tabii tabii meşk yapacağız ama Suat analizi de yapmamız gerekiyor” dedi. Tabii bana bir şey söylemek düşmez, La Prezidenta’nın söylediği bizim için emirdir. “Tamam La Prezidenta” dedim. Evi şöyle bir dolaştım. Bahçedeki koltuklar çok güzel hazırlanmış. Bir tarafta içkiler var. Bir baktım büyük bir beyaz yazı tahtası. “İçimden Allah Allah bu da ne?” dedim. O arada kapı çaldı. Kimmiş diye bakmaya gittim. Tufan Abi gelmiş elinde kanunuyla. Selam sabahtan sonra “Tufan Abi” dedim “Suat analizi yapacakmışız, nankör korodan kimse seni tehdit etti mi” diye soruyor La Prezidenta. Tufan Abi suratıma garip garip baktı, “Suat analizi ne demek” diye sordu, “Ne bileyim” dedim “La Prezidenta söyledi. Tehdit edenler varsa ne cevap vereceğimizi düşünün” dedi. Tufan Abi suratıma garip garip bakıp kanununu yerleştirmeye gitti. 

Nerdeyse herkes gelmişti. Bir yandan içki içenler, bir yandan ufaktan ufaktan meşk edenler. La prezidenta “hadi herkes toplandı Suat analizine başlayabiliriz” dedi. Hepimizi beyaz yazma tahtasının başına çağırdı. Baktım “SWOT Analizi” yazıyor tahtada. Tahta bir paralel bir dik çizgiyle 4 parçaya bölünmüş. Sol üstte “Strengths (Güçlü Yönlerimiz)”, sağ üstte “Weaknesses (Zayıf Yönlerimiz)”, sol altta “Opportunities (Fırsatlar)”,  sağ altta “Threats (Tehditler)” yazıyor. “Sevgili koro” dedi. “Bugün meşk öncesi Suat analizi yapacağız yani koromuzun güçlü, zayıf yönlerini, önümüzdeki fırsatları ve tehditleri tespit edeceğiz”. “Hadi arkadaşlar güçlü yönlerimiz nelerdir söyleyin” dedi. İçimden dedim “yine La Prezidenta bizi uçuracak bir şeyler düşünmüş”.  Ben hemen "Başkanımız" dedim. La Prezidenta "Efendim" dedi, "yani" dedim, “başkanımız en güçlü yönümüz.” Hafif mahcup oldu, gittim, elinden kalemi aldım, büyük harflerle "BAŞKANIMIZ LA PREZİDENTA" diye yazdım. Herkes alkışlayınca mahcup da olsa itiraz edemedi. Sonra bazı arkadaşların eklemeleri oldu: “engin müzik bilgimiz”, “dede efendileri söyleyip çalmamız”. Sonra tekrar ben sözü ve kalemi alıp “İstanbul’un en başarılı amatör Türk sanat müziği korosu olmamız” yazdım. Alta başka eklemeler de yapıldıktan sonra La Prezidenta “Sıra geldi zayıf yönlerimize” dedi. Eğlenmeye gelen arkadaşlardan bir kısmı yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştı sanıyorum ben: “zayıf yönümüz yok” dedim. Kimse de bulamayınca boş bıraktık. Baktım çocukların bir kısmı kaynatmaya başladı, sigara içme bahanesiyle uzaklaşanlar da olunca korodaki arkadaşlar adına ben utandım La Prezidenta’dan. Kadın o kadar hazırlık yapmış, düşünmüş, kim bilir yine neler neler yapacağız kadını dinleyeceklerine kendi aralarında konuşuyorlar. Sonra sıra geldi fırsatlar kısmına. La Prezidenta “Fırsatlara ne yazabiliriz?” dedi. Ben tekrar “La Prezidenta gibi bir başkanımız olması” dedim. Tekrar olduğu için kabul etmediler. Kudüm virtüözü arkadaşımız Şevki “belki televizyona çıkabiliriz” dedi. Ben içimden “yılbaşı çekilişi desem” diye geçirirken Nilay: “yılbaşı çekilişi” diye bağırdı. La Prezidenta ne alakası var der gibi baktı ve yazmadı. Fikirler ardı ardına geliyordu. 1-2 başka ıvır zıvır da yazdıktan sonra Tufan Abi’nin sesi duyuldu arkadan: “La Prezidenta” dedi, “konsere İlber Ortanca’yı konuşmacı olarak falan çağırdınız mı full çeker salon” dedi, “Nasıl olsa arkadaşsınız. Ya da Fuat Güner Özkan gelse bir şarkı söylese”. La Prezidenta’nın çok hoşuna gitti bu fikirler. Tahtaya FGÖ yazıp “Efciö” dedi, altına da “İlber Ortanca” yazdı. Sonra kudüm virtüözü arkadaşımız: “ben de üç dört şarkı söylemesi için TRT sanatçısı Şaika Hoşses’i çağırırım” dedi. Keyifle onu da yazdı La Prezidenta. Neşesi iyice yerine gelmişti. Sıra gelmişti tehditlere. “Nankör koro” dedim hemen. “Hah!” dedi La Prezidenta. “Onlar hem nankör, hem koro, onlara bundan sonra kısaca Nanköro diyelim” 

“Görür onlar gününü” dedi, “öyle bir konser vereceğiz ki kıskançlıktan çatlayacaklar hatta kendi konserlerini iptal edecekler”. Oydu buydu derken, bir de baktım, tahtanın başında pek kimse kalmamış. La Prezidenta(A.O.B.E.E), o yüksek enerjisiyle hepimizi topladı. Bir yandan mantılar, zeytinyağlılar, salatalar, bir yandan içkiler, bir yandan meşk ediyoruz, çok çok keyifli geçti, ama meğer o Suat analizi sırasında çaktırmadan kaçanlar olmuş. Canım bu işe çok sıkıldı ama belli etmedim. O gece çok eğlenceli geçti, fakat ortalık da bir o kadar dağıldı, gecenin sonlarına doğru koltuklara sızanlar mı dersiniz, köşelere çekilenler mi dersiniz, hala meşke devam edenler mi dersiniz, bağıra çağıra konuşanlar mı dersiniz her telden çalan insan vardı. Yavaş yavaş insanlar evine gitmeye başladı, içimden “eyvah” dedim “La Prezidenta bu dağınıklığın nasıl üstesinden gelecek” çaktırmadan ufaktan ufaktan ortalığı toparlamaya başladım. La Prezidenta bana gelip “bırak bırak ben toplarlarım ortalığı” dedi. Yardım edene izin vermiyor, etmeyenlere ortalığı dağıtıp yardım etmiyor diye söyleniyor. Etrafın hali felaket, baktım benden başka yardım etmeye niyetli kimse de pek yok, herkes de evine gitmeye başladı, ben yavaş yavaş ortalığı toplarken bir baktım La Prezidenta motoru turboya takmış. O ne hızlı toparlama öyle. Ben salonun köşesinden başlarken ev mum gibi tertemiz oldu. Gözlerime inanamadım kısa süre içinde ev sanki hiç dağılmamış gibiydi. Bir tane eğri duran biblo bile yoktu ortalıkta. Zaten La Prezidenta’ya Amerika’da turbo girl derlermiş. 10 parmağında 20 marifet maaşallah. “Yaşa be La Prezidenta” dedim ve daha da rahatsız etmemek için evimin yolunu tuttum ve yatıp uyudum. 

3.Ertesi Gün

O gece o kadar yorulmuşum ki ancak öğlene doğru uyandım. Telefonuma bir baktım ki ne göreyim Whatsapp koro grubunda 214 mesaj. Hızlı bir şekilde okumaya çalıştıysam da pek anlamadım. Bizim La Prezidenta insan mıdır insanüstü bir varlık mıdır, ne zaman uyumuş, ne zaman uyanmış, ne zaman neyi planlamış hiç anlamadım. Grupta 29 Ekim’de bir konserden bahsediyor ama 29 Ekim’e 40 gün var topu topu. Bir de gruba nankör korodan Muazzez’le İdil girmiş. İdil hadi neyse de Muazzez çirkefinin grupta ne işi var hiç anlamadım. “En iyisi” dedim içimden gideyim La Prezidenta’nın yanına, o anlatır tüm planlarını. “Yok” dedim yolda kendi kendime, “29 Ekim’de konser yapamayız, zaten Muazzez’in ne işi var grupta”. Muazzez denen nankörü size anlatayım da Muazzez de nerden çıktı demeyin. Bu Muazzez koronun benden önceki başkan yardımcısıydı, fakat benim La Prezidenta’yla aramın iyi olmasını çekemeyince nankör koroya geçti. Hem nankördür, hem de küstahtır, aman işe yaramazın teki işte nesini anlatacağım. Ben kafamdan ne oldu acaba diye düşünürken bir de baktım varmışım La Prezidenta’nın evine, kapıyı çaldım. La Prezidenta kapıyı açtı, resmen etrafına ışık saçıyordu, bir neşeli, bir enerjik, mutluluktan yerinde duramıyor. 75 yaşında ama 25-30 yaşındaki gençlerin hepsini cebinden çıkarır, belli ki içi içine sığmıyor. Hemen anlamaya başladı: “Konseri 29 Ekim’e alıyoruz” diye başladı. Ben “Ama La Prezidenta” dedim ama baktım beni dinlemeden heyecanlı heyecanlı konuşuyor, sözünü kesmek istemedim ama içimden de düşünüyorum bir yandan, şunun şurasında 40 gün sonradan bahsediyor, imkanı yok o yetiştiremeyiz. Anlatmaya devam etti: “Hem Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamış olacağız, hem mükemmel bir konser yapacağız. Cumhuriyet tarihinden bu güne her dönemden besteleri çalıp söyleyeceğiz. Açılış konuşmasını yapmak için İlber Ortanca gelecek, Fuat Güner Özkan misafir grup olarak gelecek, 3 şarkı söyleyecekler, Şaika Hoşses de 3 şarkı söyleyecek. Çok güzel bir konser olacak. Muazzez’le de konuştum, bize geri dönüyor, nankörodan 3-4 kişiyi daha bizim koroya tekrar getirecek. Böylece nanköro da bir köşede paslanır kalır. Hem de konseri onlardan önce yapmış oluyoruz” Muazzez’e itiraz edesim geldi ama La Prezidenta(A.O.B.E.E) her zaman en doğrusunu düşünür. Çağırdıysa geri bir bildiği vardır diye düşündüm.  

4. Konser Günü

O günden sonra La Prezidenta nasıl yaptı anlamadım ama öyle bir organize etti ki hepimizi her şey mükemmel oldu. Konser gününü görmeliydiniz. Herkes iki dirhem bir çekirdek. Biz kadınlarda tuvalet, erkeklerin smokinleri jilet gibi. Konser günü La Prezidenta bir yandan yapacağı konuşmanın provasını yapıyor, bir yandan gelen misafirleri ağırlıyor, bir yandan papyon bağlayamayanların papyonunu bağlıyor, bir yandan akord yapıyor.

Konsere başladığında tüm salon tıklım tıklım dolmuş, merdivenler dolu olmasına rağmen hala kapının dışından bizi seyretmeye gelmiş seyirciler vardı. Konsere La Prezidenta’nın konuşması damgasını vurdu. Sonrasında İlber Ortanca, Fuat Güner Özkan, Şaika Hoşses derken herkesin elleri alkışlamaktan kıpkırmızı oldu. Herkesin ellerinde birer Türk Bayrağı, gururla bayraklar sallanıyor. Gururdan hepimizin gözlerinden yaşlar geldi. En güzel haberi ise konserin sonunda aldık. Nanköro dağılmış. Belki bize tepki olarak doğdular ama bizim silik bir kopyamız olmaktan öteye gidemediler. 

Başta anlattığımda inanmamıştınız sayın okurlarım. Türk sanat müziği korosunun başkanı olur diye düşünmüştünüz. Ama şimdi anlamışsınızdır herhalde. La Prezidenta için üç defa. Oley Oley Oley!!!



Babalık Bloguna Devam Etmekte Zorlanmam ve Hikayelerim

Bolca konu olmasına rağmen 4 yıldır bazen tembellikten, bazen zamansızlıktan, bazen de yazıyı nasıl yazsam diye düşünmekten blogum hareketsiz kaldı. Çocukların ikisi de okuma yazma bilmezken otosansürü sadece Melisa'yı düşünerek yapıyordum. Ateş'in de okuma yazmayı öğrenmesiyle işim daha da zorlaştırmıştı ki artık Atlas da yavaş yavaş okumaya başladı. Ben de blogumu boş tutmak yerine hikayelerimi buradan yayınlamaya karar verdim. İlk olarak corona günlerinde bitirdiğim hikayem La Prezidenta'yı daha sonra da 2012 yılında yazdığım Hafize'yi yayınlayacağım. Tamamen iki farklı tarzda olan iki hikayemi umarım beğenirsiniz.