Şimdi
size anlatacağım hikayeyi okurken belki bana güleceksiniz, ama emin olun ki o
gün benim yerimde olsanız muhtemelen siz de benle aynı şeyleri yapardınız.
Neyse çok uzatmadan konuya gireyim. Yer İngiltere’nin Manchester şehri, sene
ise 1972. Ben Kayseri’de doğmuş, Kayseri’de büyümüş, ilkokulu, ortaokulu,
liseyi Kayseri’de okumuş bir genç olarak ya üniversiteye devam edecektim ya da sınıf
arkadaşlarımın bir çoğu gibi ticarete atılacaktım. Belki duymuşsunuzdur o
yıllarda Kayserililer eğer çocuklarının yeteri kadar kurnaz olduğunu
düşünürlerse “bu çocuktan iyi tüccar olur” der çocuklarını üniversiteye
yollamazlardı, eğer çocuklarının ticarette başarılı olamayacak kadar saf
olduğunu düşünürlerse “bu çocuktan tüccar müccar olmaz bari okusun da bir işe
girsin” der okutmaya devam ederlerdi. Benim babam ise ileri görüşlü olduğu için
diğer babalardan farklı olarak hepimizin en azından üniversite mezunu olmasını
istiyordu. Böylece ben de ablam ve ağabeyim gibi üniversiteye devam edecektim.
1972 yılında daha Kayseri’de üniversite olmadığı için okumaya devam etmek için ya
İstanbul'a ya Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Yine babamın ileri görüşlülüğü sayesinde
ben üniversiteyi yurt dışında, Manchester’da okudum.
Ben
o zamana kadar İstanbul’a bile 1-2 kere gitmişim, yurt dışı nedir pek
bilmiyorum. Zaten şimdiki gibi hele bir de Kayseri’den yurt dışına gitmek o
kadar kolay değil. Kayseri’den trene bin, trenle Ankara’ya git, Ankara’dan
uçağa bin İstanbul’a git, İstanbul’dan Londra’ya uç, Londra’dan trene bin,
Manchester’a git derken gitmek bile 2 gün sürüyordu. Bir ünlünün “Urfa’da
Oxford vardı da biz mi gitmedik” demesi gibi “o yıllarda yurt dışına tatile gitmek
kolaydı da biz mi gitmedik” desem durumu az çok anlarsınız. Uzun lafın kısası
ben 1970’ler Kayseri’sinden doğru düzgün İstanbul bile görmemiş halimle bir
anda Manchester’da buldum kendimi. Manchester dediysem sanmayın ki
Manchesterlılar da yabancılara çok alışık. Onların da bir çoğu Londra’yı bile
görmemiş insanlar. Yaşadığım kültür şokunu siz gençler pek anlamayacaksınız ama
ben yine de dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Trendi,
uçaktı, tekrar trendi derken yorucu bir yolculuk sonunda kendimi Manchester’da
buldum, okula gittim ilk iş yurtta odama yerleştim. Gittim ki Reza diye Endonezyalı
bir oda arkadaşım var. Reza hafif esmer, hafif çekik gözlü, belli iyi bir ailede
yetişmiş. İkimiz de anamızdan babamızdan uzaktayız. Telefon desen eve telefon
etmek imkansız, ailemize ancak mektup yazabiliyoruz. Benzer durumda olduğumuz
için oda arkadaşım Reza’yla çok sevdik birbirimizi ve hem hep birlikteyiz hem
de birbirimize sürekli destek oluyoruz. Ben İngiltere’ye İngilizce bildiğimi
sanarak gittim ama söylenenlerin neredeyse hiç birini anlamıyorum. Meğer
İngilizce’nin de şiveleri varmış ama ben daha bilmiyorum, denilenleri pek anlamıyorum.
Anlamadığım gibi bir de yepyeni bir ortama ayak uydurmaya çalışıyorum.
Dedim
ya sene 1972, hippi akımı tüm dünyayı etkisi altına almış. Kayseri’nin
muhafazakar hayatından sonra hiç alışık olmadığım bir özgürlük havası hakim
okula. E üniversite olunca daha da özgür bir ortam var. Güzel kızlarla nasıl
tanışırız diye düşünüyoruz bir yandan ama söylediklerini bile zor anlıyorum
kızların. Gittiğimin ya ikinci ya üçüncü günü rehberlik öğretmenim Mr. Green’le
bir görüşmem vardı. Ben rehberlik öğretmeni ne demek onu bile bilmiyorum.
Nereden bileyim ki zaten. Benim alışık olduğum okulda öğretmenlerden başka
sadece işleri “höt” demek dışında bir şey olmayan müdürler, müdür muavinleri olduğu
için rehberlik öğretmeni olgusu bana tamamen uzak. Mr. Green çok iyi bir insan,
alışıp alışamadığımı da soruyor, ailemi özleyip özlemediğimi de, hangi dersleri
alacağımı da onunla konuşuyorum. Her şeyi yoluna soktuktan sonra bana bir de kulüp
seçmem gerektiğini söyledi. Tabii o zaman Kayseri’deki okullarımda kulüp diye
bir şey hiç duymamışım. Dedim “ben hem Fenerbahçe’yi hem Kayserispor’u
tutuyorum ama illa seçmem gerekse burada da Manchester City’yi tutabilirim”. “Yok”
dedi “öyle değil”. Nasıl peki” dedim. “Spor yapabilirsin, dans kulübü olabilir,
gitar olur, tiyatro olur”, bir şeyler söylüyor ama söyledikleri hiç ilgimi
çekmiyor. Her söylediğine olmaz dedim diye elime bir 2-3 sayfalık bir liste
tutuşturdu, git yurtta kulüplerin listesine bak, istediğin birini seç dedi. Listedekilerin
bir çoğu bildiğim kelimeler, bilmediklerime ise sözlükten bakıyorum. Art
History (Sanat Tarihi), Badminton, Basketball, Birdwatching (Kuş Gözlemi),
Drama (Tiyatro) derken, G harfinde Gay Club’ı gördüm. Sözlükten baktım “Gay:
Neşeli” yazıyor. Ben öyle hareket seven, sanattan anlayan biri değilim, neşeli
kulübünü görünce rahatladım. “Herhalde” dedim “bunlar birbirlerine fıkra
anlatıyorlar, espriler yapıyorlar”. Reza da futbol kulübüne girmeye niyetlendi
ama İngiltere futbolun beşiği, “sen bunlarla oynayamazsın” dedim, o da hak
verdi. E Reza da komik çocuk. Ben ona Türk fıkralarını anlatıyorum, o bana
Endonezya fıkralarını anlatıyor. Biz birlikte gay club’a yazılmaya karar verdik.
Eğleniriz diye düşündük.
Ertesi
gün Mr. Green’e gittim, ben kulübümü seçtim: “gay club” dedim. “Gay misin?” diye
sorunca, “evet” dedim. “E tamam olabilir, çok yeni kurulan bir kulüp” dedi.
Zaten İngilizler soğuk insanlar diye duymuştum. Kaç yıllık üniversitede fıkra
kulübü yeni kurulmuş diye yadırgadım. İçimden dedim “anlatacağım fıkralarla
bunları kırmaktan geçiririm”. Reza’yla Mr. Green’in ofisinden çıktık doğru
Sidney Street’teki gay clubda soluğu aldık.
Adrese
bakıyoruz, bulamıyoruz, kapıda küçük bir yazı ve bir tane gökkuşağı bayrağı, ne
anlama geldiği hakkında en ufak fikrim yok. Reza’yla girdik binaya
merdivenlerden indik bizi Mark diye bizim yaşlarda bir çocuk karşıladı. “Biz”
dedik “kayıt yaptırmak istiyoruz”. İlk bana sormaya başladı bilgilerimi. “Adın:
Salih”, “soyadın: Sahafoğlu”, “nerelisin: Türk’üm”. Mark “ilk Türk üyemiz oldun”
dedi. Ben bu laftan hafif alındım. İçimden “Kim bilir biz Türk’ler hakkında
nasıl önyargıları var. Bizi barbar sanıyorlar.” diye düşündüm. “Soğuk
İngilizlere bak”. “Benim babam gay, annem gay, ablam gay, ağabeyim gay,
bildiğim Tüm Türkler gay” dedim. Mark hafif şaşırdı ama bir bana bakıyor, bir
Reza’ya bakıyor. Kaydımızı yaptıktan sonra bir şey sordu, tam da anlamadım,
sonra bana ve Reza’ya şöyle bir bakıp iki tane tişörtle geldi. Hafif kiloluyumdur,
XXL boy tişörtü elime tutuşturdu. Açtım baktım tişörtü, bir gökkuşağı bayrağı
üzerinde “Gay and Proud to be” yazıyor. Yani “gay ve bundan gururlu”. İçimden
yine “soğuk İngilizler” diye geçirdim. Neşeli olmaktan bile utanıyorlar ki “neşeliyim
ve gururluyum” diye tişört yapmışlar. Tişörtler de hoşumuza gitti, oracıkta
giydim hemen tişörtü. Mark bizi kulüp üyeleriyle tanıştırıyor. Baktım hepsi
erkek. İngiliz kızları soğuktur demişlerdi zaten ama “şansıma küseyim” diyorum “yine
tanışamadık hiçbir kızla”. Zaten denileni anlamakta zorluk çekiyorum. Anlamıyor
gibi yapmak da istemiyorum, çoğunlukla kafa sallıyorum denilenlere. Neyse
tanışma faslı bitince kulüpten çıktık. Yurda doğru yürümeye başladık. Şimdi
söyleyeceklerimi sıkı dinleyin. O yıllarda Kayseri’de birbiriyle arkadaş olan
erkekler de kızlar da elele tutuşup yürürdü ve bunun cinsel eğilimle bir
alakası yoktu. Endonezya’da da bizden farklı değilmiş. Biz Reza’yla en yakın
arkadaşız, birbirimize destek oluyoruz, elele tutuşup yürüyoruz. Meğer
İngiltere’de iki erkeğin elele tutuşması için gay olması gerekiyormuş. Ama
dedim ya ben “gay” kelimesinin anlamını bile bilmiyorum, sözlükten bakmışım
neşeli demek sanıyorum. Anlamını bilsem zaten ne işimiz var üye olalım gay
kulübüne. Kayseri’de biz “o biçim” derdik gay olanlara. Yanlış anlamayın kötü
niyetten değil, o günlerde öyle konuşulurdu işte.
Gay
club’dan çıktık. İkimizin de üstünde gökkuşaklı, “gay and proud to be” yazan tişörtle
elele yürüyoruz. Önce bir ıslık duydum, sonra laf attılar. Sebebini anlamadık
ya meğer gayler haklarını yeni yeni elde etmeye çalıştıkları için onlara tepki
gösterenler de çokmuş. E biz de gayliğiyle gurur duyan tişörtü giyip de elele
gezen iki erkek olduğumuz için muhafazakarların hedefiymişiz. Bizim okuldaki
gay club da koskoca İngiltere’de ilklerden biriymiş meğer.
İlk
kulüp toplantısına gittik. Ben İngiliz fıkralarını duyacağım, cimri Kayserili
fıkrası anlatacağım diye düşünürken “gay hakları” konuşuyoruz. “Neşeli olma
hakkı da ne demek? Ne garip insanlar bu İngilizler?” diye düşünüp bir anlam
veremiyorum. Neşeli olmaktan gururlular, neşeli hakları, hararetli tartışmalar
içimden diyorum “tövbe estağfurullah”. Eğlenceli zaman geçireceğiz derken
hararetli tartışmalar içinde bulduk kendimizi. Bizim bu tartışmalardan
sıkıldığımızı da anladılar sanırım sonra dediler ki “haftaya çarşamba akşamı partimiz
var”. “Neyse” dedim içimden partide güler eğleniriz hiç olmazsa.
Partiye
gidince durumu anladık ikimiz de. Herkes erkek, öpüşenler, sarılanlar. Durumu
çakozladık ya ayıp olmasın diye nasıl kaçacağız onu bilmiyoruz. Reza “kaçalım”
dedi de ben “açık açık söyleyelim ayıp olur” dedim, çünkü tanıştık, arkadaş
olduk, iyi insanlar hepsi. Belki toplantılarda haklarını aradıkları için
neşeliden çok sinirlilerdi ama onlara hak vermedim desem yalan olur. O gün
partiden apar topar kaçtık, sonra da utana sıkıla yanlış anladığımızı ve
ayrılmak istediğimizi söyledik kulüpten.
Neyse ki derdimizi anlatınca anlayışla karşıladılar da kulüpten affımızı
istedik. Bizi hem sevdiklerini hem beğendiklerini söylediler ama gay değiliz
sonuçta. Neyse kulüpten kimseyi kırmadan ayrılmış olduk.
O
gün yurda gittiğimizde, Reza haklı olarak bana kızdı, ben de pek sesimi çıkaramadım.
Hem canım sıkıldı hem Reza’nın canını sıktım. Neyse ertesi gün tekrar kulüp
listesine baktım, acısını çıkarmak istiyorum hatamın. Bu sefer W harfine kadar
geldim, içime sinen bir kulüp bulamadım. Geldim ki “tam aradığımız kulübü
buldum” dedim Reza’ya. Reza “yok Salih” dedi, “ben futbol kulübüne
yazılacağım”. “Bak” dedim “Reza sonra pişman olma”. “Womens’ Lib” diye bir
kulüp buldum. “lib ne demek” dedi, “dudak” dedim. “Kadın dudağı kulübü”. Bu
sefer baştan anlatayım da şaşırmayın. Dudak “lip”’miş yani p harfiyle
yazılıyor. Lib ise liberation yani özgürlüğün kısaltmasıymış. Meğer Women’s Lib
kulübü kadın haklarıyla ilgili bir kulüpmüş. Dedim ya 1970’ler Hippiliğin altın
çağı, özgürlüğün altın çağı. Kadın dudağı kulübünde kim bilir ne kızlarla
tanışırız büyük dudaklı, rujlu dudaklı derken Women’s lib kulübüne yazıldık.
Reza’yı da ikna etmek çok zor olmadı kadın dudağını duyunca. Söylüyorum ya o
zaman internet yok ki araştıralım nedir bu Womens’ Lib?
İlk
toplantıya gittik, bu sefer bambaşka bir ortam. Bu sefer de erkek yok kulüpte,
hepsi kadın ama bizim kulübe girmemizle birlikte ortalık birbirine girdi. Herkes
bizi ayakta alkışlıyor. “İlk erkek üyelerimizsiniz” diyerek birer plaket
verdiler, birer de kravat hediye ettiler. Kravatların üzerinde küçük domuz
figürleri var. MCP yazıyor. Meğer “Male Chauvinist Pig” demekmiş. Yani
“Şovenist Domuz Erkek”. Gaylerin hakları
için savaşan dernekten kurtulduk derken bu sefer kadınların hakları için
savaşan dernekte bulduk kendimizi.
Hadi
gay kulübünden gay değiliz diye çıktık, anlayışla karşıladılar. Womens’ libden
nasıl çıkacağız diye kara kara düşünüyoruz. “Biz aslında birer şovenist domuz
erkeğiz, kadın haklarına inanmıyoruz” diyecek değiliz ya. Bir de ilk erkek
üyeler olarak o kadar el üstünde tutuluyoruz ki bir toplantıya gelmesek hemen
diyorlar “neden gelmediniz, çok üzüldük”. Kaçmak da zor, neyse 1-2 toplantı aksatınca
unuttular bizi zaman içinde. Davaları için savaşırlarken arada unutulduk gitti.
Sonra
bir gün Reza beni yine elimde kulüp listesine bakarken görünce listeyi elimden
aldığı gibi parçalara ayırdı. “Ne zorun var Salih” dedi, “otur oturduğun yerde”.
SON
6 yorum:
Akici, espirili, doneme dair onemli tespitlerde bulunan cok guzel bir hikaye. Oneri olarak ‘vexillology club‘ (bayrak tasarimi) veya ‘Sexpression club’ (iliski tartisma) da olabilirmis bir sonraki secim :) Merak ve sabirsizlikla yenilerini bekliyoruz. Sevgiler
Keyifli öyküleri bizimle paylaştığınız için çok teşekkürler, keyifle devamını bekliyoruz... kaleminize sağlık ☺️
Elineze sağlık tebessümle okudum.
Gülmekten kırıldım. Virüs haberlerinin yoğunluğundan kurtararak çok keyif aldım, teşekkürler.
Yorumları okumak da bana çok keyif veriyor. Vakit ayırıp yorum yazdığınız için çok teşekkür ederim.
cok guldum, super naif ve sade dille bir anlatim. Daha fazlaa istiyoruz bu tarz hikayelerden
Yorum Gönder